31 Ocak 2010 Pazar

God of War: The movie

Tam Zeus'un anasından emdiği sütü halka pastörize olarak bağışlayacakken araya giren Athena kılıcı ağzına ağzına yedi. Sonrasında devreye giren video tam gazdı, titanları savaşa çağıran "Ghost of Sparta" Kratos ve ekranın orta yerinde zaten yeterince gaz olan müziği ile "The End Begins..." yazısı.

Spoylır ile başlayan bu yazıdaki konu dünyayı 3-5 yıldır kavuran ve eminim Sony'nin her Play Station için en az bir kez setler halinde çıkaracağı, şimdiden satış rekorlarını paramparça edip efsaneler arasına girmiş God of War. Oyunu 3. kez bitirdikten sonra gugıl vasıtasıyla internette hakkında yazılanları okurken gözüme iki şey ilişti: birincisi IMDB'deki "God of War: The movie" ikincisi de forumlardan birinde tartışmaya açılmış "Kratos'u kim oynamalı?" konusu. Madem God of War III oyununu ağzımızın suyunu akıtarak, parmaklarımızı kıtırdatarak bekliyoruz, arada bu iki konuya da parmak basalım değil mi?
TC Carson a.k.a. Kratos'un ses teli

Öncelikle böylesine fedai noktasında hayranlar kazanmış bir oyunun (öl de ölelim Kratos!) filminin yapılması kadar doğal bir şey olamaz günümüzün globalleşen entırteynmınt piyasasında. Filmi de yapılır, hatta tamamen sanal bir karakter olsa da Kratos'un hikayesini anlatan bir belgesel bile yapılır, hepsi de yakışır kardeşime. Gel gelelim oyunu oynayanların da tahmin edebileceği üzere tamamen vahşet ve kan üzerine kurulmuş ve inanılmaz efektlerle dolu bir oyunun aynı gergin ve kan kokulu havasını filme yansıtmak bambaşka bir olay. Hadi diyelim görsel efekt olayını Avatar usulü hallettiniz peki Kratos'un seslendirmesi nasıl halledilecek? O haykırışları, o naraları oyunda atan kardeş oynamaya kalkarsa filmde o iş olmaz. Sonuç olarak filmde oynayacak kişi bir WWE tecrübesi olan ya da yıllardır oynadığı rollerle kendini kanıtlamış deve dikeni kılıklı bir afedersiniz aygır olmalı. Bu konu düşündürücü ama çözümsüz değil. İşte adaylarım:

1) Vin Diesel: Hiç şaşırtıcı değil.

2) WWE'den Goldberg: Her tarafta adı geçiyor zaten.
Bu kadar..Bundan sonrası abes kaçar abi (Jason Statham vs.). Unutmadan filmin yapımcıları Blood Diamond filminin yıldızlarından Djimon Hounsou'yu düşünüyormuş. Ayıp.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Benimle Çimlenir misin?

Evlilik teklifi genellikle (genellikle dedim lakin henüz bir bayanın bir erkeğe evlilik teklif ettiğini görmediğim, duymadığım, okumadığım için ışık hızıyla cümlemin başına dönüp delete, delete, delete yapıp bu yükümlülüğün erkek kısmısında kalmasını tüm feministliğimle onaylıyorum) erkek birey tarafından bayan bireye zaman, mekan kavramını yaratıcılıkla sentezleyip toplumun en minik topluluğu olan çekirdek aileyi oluştarmaya yönelik öncü bir adım şeklinde en sığ haliyle tanımlayabilirim.

Kimi insan evlilik teklifi yapacağı günün hayatının en unutulmaz günü olmasını ister, bu tamamen kişinin tercih sebebidir. Bazıları da x tarihinde oynanacak Fb-Gs maçının unutulmaz bir gün olmasını ister. Kimine göre süt, kimine göre çikolata hesabı. Ne demiştik? Tercih meselesi...

Çeşitli planlar, süprizler, özel tarihler, atraksiyonlarla bu günü anlamlandırmak için çaba sarfedilir. İşte nedir bunlar? Evlenmeyi düşünen çiftlere birkaç fantastik örnek verecek olursak;

*Bon Jovi'nin All About Loving You klibinde izlediğimiz gibi, er kişi paraşütünü üstüne geçirip Empire State'in tepesine çıkar. Her gün aynı güzergâhtan işe giden sevdiceğinin aşağıdan geçmesini bekler, akabinde sevdiceği geçerken er kişi bir şekilde kendisini görmesini sağlar. (işte tam bu esnada izleyiciden; ''ohaa'', ''şimdi ne alaka ordan nası duycak bu hatun'' , ''yok ebenin yoğurtlusu''ve benzeri eleştirilere mahal vermemek için ''film işte'' diyoruz, geçiyoruz) mutlu son, paraşütte hepimizin beklediği soru canlanır New York semalarında ''Will You Marry Me?''

*Hüseyin Hatemi'nin Kezban Hatemi'ye yaptığı evlilik teklifi vardır ki benim favorimdir. ''Desti izdivacınızı talep etme cesaretini bana bahşedermisiniz?''

*Reklamlara bile konu olmuştur. İsmini hatırlayamadığım bir reklamda esas oğlan, sevdiği kızı balığa götürür. Sandalla bir süre açılıp, oltaları denize atarlar. Cin fikirli jönümüz oltanın iki ucuna takmıştır alyansları, kızımız oltayı çektiğinde ta ta taam o mutlu an.

Bazı çiftler olayı abartıp her 5 ya da 10 yılda bir nikâh tazeleme, gelinlik giyme, bekarlığa veda gibi organizasyonları tekrar tekrar düzenlerler. Bu konuyu başka bir başlıkta, başka bir gün incelemek için şimdilik kapatıyorum.

Geleyim asıl paylaşmak istediğim noktaya. Evlilik teklifi dedik, sonsuz mutluluk dedik, birbirini seven iki insan dedik, anı ölümsüzleştirmek dedik. Eksik olan ve bir erkek için en az, deveye hendek atlatmak, çoraplarını ellerini kullanarak çıkartmak, yumurta kırmak kadar zor bir konu var. Yüzük seçimi. yapılan istatistiklere göre, evlilik teklifi esnasında o minik kutudan çıkan yüzük çeşiti genellikle tek taştır. Ekstrem bir durum varsa anne-anneanne-babaanneden kalan yadigâr bir yüzük gelir tarihten o da hoştur.

Evlilik teklifi yapmayı düşünen marjinal olmayı amaç edinmiş, Greenpeace üyesi er yiğitler! Sözüm size, çim yüzük alın, çimlenin... Görselde görüldüğü gibi, tamamen çim olup, canlı bir yüzüktür. Sizde, "maksadı umumiyetimiz odur ki acizaneyi taciz etmek değil bilakis efkarı umumiyede bir aile bacası tesis etmektir zaati alizinizin desti izdivacına talibim" diyerek bu yüzüğü hediye edip, aşkınızı her daim sulayıp, canlı tutun.

17 Ocak 2010 Pazar

Her neyse işte...

Son 2 gündür dinlemekten bıkmadığım bir parça Redd'in 21 albümündeki "Her neyse" şarkısı..

Aslında parça yeni piyasaya düşmüş bir şarkı değil ama benim keşfetmem biraz zaman aldı, Redd'e karşı önyargılarım yoktu aslında, "Bu ne yeaa, ben 6 yaşımdan beri Metallica dinliyorum" kafasında bir insan da değilim, ne olursa dinlerim. Belki de bunun sayesinde rast geldim şarkıya. İyi ki de gelmişim.

Sözleri kelime kelime, melodisi nota nota işliyor insana. Uzun zamandır Türk müziğinde tiksindiğim "şarkı sözü saçmalıkları" dosyasına da noktayı koyuyor en azından bir süreliğine.

Feysbuk, Feysbuk derken, beni sınava soksan 10 alırım 10 10 derken bu şarkı her şeyi baştan yazıyor adeta benim için. Üzerine konuşulmaya değer, dinlemeye değer harika bir parça.

Bakın neler diyor adamlar;

Biraz gevşetebilsem göğüs kafesimi
Dokunup durdurabilsem attığın yeri
Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor
Dakika başı bir of içimden hiç kesik olmuyor

Her neyse işte özledim seni o kadar

Boş düşünce balonu başımın üstünde
Bir şey yazmaz oldu senden sonra içinde
Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor
Koşmak istesem de sana hayat beni geri çekiyor

Her neyse işte özledim seni o kadar

Bir şiir olmadım kafiyene uyamadım
Sen kaçtın ben kelime bulup seni tutamadım
Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor
Dakika başı bir of içimden hiç kesik olmuyor

Her neyse işte özledim seni
Her neyse işte böylesi hayat nereye kadar

Dedim ya aslında her mısrası ayrı vuruyor insanı hele ki sade müziğiyle birleşince derin etkiler yaratıyor parça. Sevgiliye olan özlem daha sade ve vurucu anlatılamaz. Söz yazacam diye saçmasapan, kelime dağarcığındaki bütün kelimeleri ardı ardına yazıp şarkı yazdığını sanan sözde sanatçılara tokat gibi cevap veriyor. Hatta şarkı kendi içinde bile kelimelerden o kadar sıkılıyor ki, derdini anlatmak için kelimelerle oynamaktan bıkıyor;

"Her neyse işte özledim seni, o kadar" diyor.
Kısa, net ve açıkça. Yürekten.

Sevginin değerini de anlatıyor aslında, elinizdekinin kıymetini bilin diyor bir yandan da. Anlayana.

14 Ocak 2010 Perşembe

Optimum Mühendis

Bir mühendisin optimum bilgi-tecrübe eğrisini mühendislik aleminin kralı Feyzi Akkaya üstad çizmiş. Eminim özellikle İnşaat Mühendisliğinde okuyan çoğu kimse bu eğriyle en az bir kere karşılaşmıştır ama ben karşılaşmamış olanlar için bir kez daha irdeleyeyim dedim çünkü bu eğriye ne zaman baksam elime tesbihi alıp "gel 35 yaş geeeel" diyorum..




Feyzi Akkaya'dan da bahsedelim biraz sonuçta bilmeyenler olabilir (olamaması lazım aslında). Kendisi STFA'nın FA'sı olmakla birlikte Mustafa İnan (bkz. Oğuz Atay'ın Bir Bilimadamının Romanı) ile birlikte Türk İnşaat Mühendisliğinin tanrılarından biridir benim gözümde. Gerek mühendisliğe bakış açısı ile gerek hayata bakış açısı, gerekse on yılda bir gelecek pratik zekasıyla (Köprü çelik elemanlarının gerilimini keman telinin "la" notasına akord ederek ölçmek???) mihenk taşlarından biridir Türk İnşaat mühendisliğinin. Kaleme aldığı 11 ciltlik "Şantiye El Kitabı" bütün inşaat mühendislerinin en az bir kez mutlaka okuması gereken bir eser. Okumayan neyse de "öeeeh" diyene kafam girsin..

Biraz da eğriden bahsedeyim tam olsun..

Aslen bu eğri sadece bir inşaat mühendisini temsil etmez. Genel anlamda diploma almaya hazırlanan bütün mühendislere seslenir. Görülebileceği üzere bir mühendis hayata zararda başlar. Bu zararını iş tecrübesiyle, hatalarıyla, günahlarıyla, sevaplarıyla ve her hatasından çıkaracağı dersle kapatır ve yaş 35'e geldiğinde optimum seviyeye varır. Burada dikkat çekilecek nokta bilginin göreceli olarak neredeyse hiç değişmemesi, tecrübenin ve tecrübe vesilesiyle verimin hızla artmasıdır. Kısacası bilgi hiçbir şeydir tecrübe her şey. İşleyen demir ışıldar. 45-65 arasını en verimli devre olarak öngören Akkaya, 70'te emekli olmaya hazırlanın der. Çünkü 70'ten sonra ne tecrübe ne de bilgi bir işe yarar. 75-80 arasında hikayelerinizi torunlarınıza anlatın, 80'de de onun da yazdığı üzere "nalı temizinden dikin" der. Allah onunla bir şantiyede çalışmayı nasip edeydi...Şöyle oturup karşılıklı bir çay içip hikayelerini dinleyeydim...

Ellerinden öperim Feyzi abi..Rahat uyu yerinde..

12 Ocak 2010 Salı

Yılların Nil Timsahı

Çocukluğumuzun en sevecen, en heyecanlı, en hırçın oyunlarından biridir isim-şehir. O sütunlar her oyunda değişir, yenileri eklenir, ama isim, şehir, hayvan demirbaştır. Şimdilerde bu oyunu online yapsak kaç para kaldırırız, yoksa var mıdır çoktan diye düşünürken bir gün, aklıma bu oyun hakkında aklımda kalan en önemli sorunsal geldi: Nil Timsahı.

Ne zamanki kuradan "N" harfi çıksa herkesin suratı ekşirdi o günlerde. Çünkü bilirlerdi ki "N" harfinde hayvan bulmak, "Ö" harfiyle şehir bulmak gibi bir şeydi. Tabi bu noktada oyunun "kırmızıtutan" kod adlı kişi tarafından belirlenen kuralları önemli adam derse ki "şehir" olayı ilçeler bazında genişletilebilir o zaman ayarlanır. Neyse konu bu değil, "N" harfindeyiz. İsim şehir eşya ünlü hatta yeri geldiğinde ülke bile kolay ama o hayvan yok mu o hayvan..Bulunmuyordu bir türlü ve son saniyelerde artık çaresizlikten kavga çıkacağını bile bile herkes Nil Timsahı yazıyordu.

Kağıtlar açılıyor ve kavga başlıyordu.

-Nil Timsahı olur mu abi yaa?
+Abi olur yaa var böyle bir hayvan.
-Yok artık abii ben anladım o zaman bundan sonra "Z" harfine de Zimbabve tavşanı yazarım abiii.

diye uzuyordu kavga. Hey gidi günler nasıl da kapışırdık. İşte bütün bu anılar sarmışken dört bir yanımı açtım wikipedia'yı baktım var mı diye.

VAR ABİ !! Nil timsahı diye bir hayvan var !!

Al abi işte bu!

Bana kaybettiğim puanları kim verecek şimdi? Kim kaybedip almak zorunda bırakıldığım cipslerin kolaların hesabını verecek? Peki ya incinen gururum? Onu kim teselli edecek? O 20 puanlar belki benim oyunu kazanmamı sağlayacaktı?!

Kızgınım abi..

10 Ocak 2010 Pazar

Can sıkıntısı insana neler yaptırıyor arkadaş...


Bu blog olayına bir türlü ısınamadım aslında. Bir ara yaptım bir tane sayesinde fotoşop bile öğrenir gibi oldum ama 3-5 yazıdan sonra sıkıldım..Sonra bizim arkadaşlar bir tane blog sayfası açtılar, ona da güzel birkaç paragraf paketleyip gönderdim ama baktım olmayacak "yüeeeh" dedim.
Şimdi diyeceksin ki "ne işin var lan burda biz burda senin gibileri sevmeyiz olum.." Çok da umrumda anasını satayım..
Neyse aga, bir gün yine sıkıntıdan geberiyorum, kendimi oradan oraya vuruyorum, olayın derinine inmeye karar verdim. Sordum kendime:

-Blog nedir?

Blog denilen olay aslında temel bağlamda "elektronik günlük" gibi bir şey değil mi? Bir gün başına ilginç bir şey gelir, ya da ne bileyim kafana bir şey takılır, onu dünya ile paylaşma imkanını sana sağlar blog. Bir de böyle dekorasyon işine falan girersin sana ayrılmış bu alanda, kafan dağılır evin içini feng shui ile donatmak isteyen despırıt hausvayfs gibi..

Böyle bir şey işte..

Neyse abi, işte böyle kendimi sorgularken bir anda kanım kaynadı bir şeyler oldu dedim ya bu blog olayı aslında zevkli iş. Bir de Beatrice vardı sürekli beni gaza getiriyordu "hadi blog açalım, yazı yazalım" diye, tamam dedim. İsim bulma olayı çok sancılı bir süreçti, alem blog olmuş haberimiz yok. Stepnede tutmayı planladığım ve asla kimsenin düşünmeyeceğini hayal ettiğim "barbakan" bile alınmıştı. Bir ara japonca birtakım kelamlara sardım lakin insanın özünden çıkmaması lazım. Sonunda "gazzte"de karar kıldım. Beatrice'e linki yolladım, "al dedim bunu 10.01.10'a kadar ayarla fotoşop falan görecem" dedim. Sonuç olarak 10.01.10'a geldik ve hadi bakalım diyerek siber kurdelayı kesiyorum.
İsmin Gazzte olması hiçbir şey çağrıştırmasın ya da beklenti oluşturmasın, tamamen son demlerde akla gelen bir şeydir. Yani gündemin nabzını tutan bir blog yok burada. He çok ilginç bir haber takılır gözümüze illa ki yazarız ama ilginç haber bulacaz diye gazete gazete gezecek de değiliz. İşimiz var gücümüz var. En azından birimizin var..

İşte o kadar!

8 Ocak 2010 Cuma

Pek Yakında

Gazzte 10.01.10 tarihinde sınırsız konuları ve eşsiz kadrosuyla tam gazz geliyor.